‘Uzun Yol’ Kategorisi için Arşiv

    Aslında Karakarga ile yapılmış pek çok yol var, pek çok da gezi raporu. Karakarga ile yapılmış gezilerin en yakın tarihlisini ve belki de en önemlisini de buraya aktarıp eski gezi raporlarını sonlandırıyorum. Kalan eski bir kaç yazıyı ve Karakarga üzerine bir kaç sözü de ekledikten sonra blog’un başlangıç kısmı diyebileceğim ve yazı sonlarında “devam edecek” ibaresi bulunan bölümler sona erecek. Böylece arşivde ‘Ağustos 2009’ bölümü içinde bir anlamda benim acemilik dönemim sayılabilecek kısım sona ermiş olacak. Eylül’le birlikte yeni şeyler söylemeye başyayacağım umuyorum, zira motosiklet, gezmek ve yol üzerine söylenecek o kadar çok söz var ki…

BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM! (Hediyem Yol Olsun!) 

    Evet 8 Mayıs 2009, benim doğum günüm. Ve ben belki de hayatımın en ilginç doğum gününü geçirdim diyebilirim.

    Doğum günlerini pek sevmem, hele kendiminkini hiç. Bu sebeple neredeyse annemin ilkokula başlamadan önce arkadaşlarımı ve annelerini çağırarak yaptığı 7. yaş günü kutlamamdan bu yana hiç doğum günü kutlaması yapmadım. Kimi zaman pek çok kişi aradı kutladı, ben teşekkür ettim ve kayıtsız kaldım. Kimi zaman annem dışında kimse hatırlamadı ve kimseye kırılmadım. Kimi zaman oldu kendi doğum günümü unuttum, başkaları hatırlattı.  O kadar yani

    Tüm bunlara rağmen bugün, bunca yıl sonra kendime bir doğum günü kutlaması hazırladım. Yok öyle pastalı, börekli, mumlu, yünlü, partili bir kutlama değildi bu. Bu sadece doğum günümde gerçekleştirdiğim bir motosiklet sürüşü idi. Güzergahı günler öncesinden belirlemiştim. 38.yaşımdan geriye doğru gitmeyi deneyecektim. Yani çocukluğumun geçtiği topraklara. Bir anlamda bu bir kaçıştı da aslında, doğum günümden, doğum günü kutlamalarından kaçış. Belirlediğim güzergah, İstanbul’dan doğduğum yer Sakarya Akyazı, oradan da çocukken gittiğim ve hayal meyal hatırladığım Mudurnu olacaktı. Ama işi daha da dallandırıp budaklandırmaya karar verdim. Mudurnu’dan, Abant ve otobandan İstanbul’a dönüş yapmaya karar verdim. Yani yeni bir deli sürüşü daha beni bekliyordu. Eh benim gibi adamın doğum gününe de bu yaraşırdı yani.

    Sabah çok erken çıkmadım aslında yola, saat 09.50’idi sürmeye başladığımda. Hava güzeldi, parçalı bulutlu, güneşli ve sıcaklık da sürüş için ideal. İlk durağım Opet Mehmetçik Vakfı Tesisleri oldu. Kahvaltımı yaptım. Yola çıkarken, Mehmetçiğe selam verdim.

    Sonra bastım gaza, yol arkadaşım Karakarga sanki benden daha heyecanlı gibi uzuyordu yolda. Doğum günüm olduğunu mu anladı nedir, düşündüğümden daha iyi bir performans sergiliyordu, bir ara yolun hiç farkına varmadığım bir yerinde göstergesinde ilk kez 120 km / hız’ı gördüm. Açıkçası biraz tırstım. Ve hemen gazı kestim, “yavaş ol, dostum 90,100 bana yeter, bugün doğum günüm, sevmesem de, doğduğuma pişman değilim, bugün de olmayalım istersen ha!” diye mırıldandım bizimkine. “Abi bana değil, sağ eline söyle” dediğini duyar gibi oldum Karakarga’nın. Bu gazla otobanda İzmit çıkışındaki üst geçit Festfudcularına kadar sürmüşüm. Ve molaaa.

    En sevdiğim içeceklerden biri olan sütlü neskafemi bu kez duble aldım, iyi ki doğdum ya, ondan kendimi sevindirdim. Bu arada cep telefonumdaki ilk kutlama mesajları eşimden bile önce çeşitli bankalardan gelmiş. Nedense ilk kutlamaları parayı verenler değil alanlar yapıyor hep hayatımda, gel de şimdi bu doğum günü kutlamalarının sahteliğine inanma. İçimden saydırıyorum alayına bu sahte kutlayıcıların. Sonra eşimin güzel mesajıyla keyiflenip kahveme yumuluyorum.
Sonra doğduğum topraklara doğru gaz açtım. Hay yeşilini sevdiğim, sulak memleketim benim.


    Ve artık klasikleşen bir aynası yaptığı yoldur rider’ın lafa bakılmaz fotoğrafı. (sadece benim için değil, bu işi hakkıyla yapan tüm ustalar içindi bu laf, ki ben web ortamından pek çoğundan feyz almışımdır, tek tek isim zikredemem çünkü çoklar, kimi 1200cc kullanır kimi 125cc ama hepsi yol sevdalısı, motor tutkunudur, bu işi hakkıyla yapan tüm motorculara selam olsun!)

Ve benim klasik yol pozlarımdan biri, biraz fazla mı klasik bu duruş.

Klasiklerden gidiyoruz, şimdi de klasik bir Karakarga pozu. Bu arada Akyazı’ya epeyce yaklaşıyoruz.

    Yeniden yola koyuluyorum. Bu arada ben 80, 100km/hız aralığında sürerken yanımdan hızla bir racingci arkadaş geçiyor. Hep yadırgadığım ve anlamakta güçlük çektiğim kılıkta, üstünde sadece kask ve mont var, altında ise kot ve spor ayakkabı. Gerçi ben racing motosikletlerin yollarda olmasını da yadırgamışımdır hep, pist için üretilmiş bir aletin üstelik de memleketiminki gibi muhteşem yolları olan bir ülkede yollarda kullanılması bana hep garip gelmiştir. (Kullananın keyfidir tabii, benimkisi kendi kendime hayıflanma, kimseye değil lafım, kendi kendime başkaları için dertleniyorum işte). Her neyse gelelim konuya. Az önce yanımdan vınnn diye geçen bu racer arkadaş bi baktım ilerde sağa çekmiş duruyor. Acaba bişey mi oldu diye yaklaşırken, el etmeye başlamaz mı? Tam düşündüğüm gibi bi sorun var.

Ancak 40, 50 metre ilerisinde durabiliyorum. İnip yanına seyirtiyorum. Oldukça genç bir arkadaş.

– Hayırdır, ne oldu.
– Abicim sorma yaa, zincir koptu.
– Yapma yav, eyvah eyvah! derken ve ‘ulen neyse ki çocuğun başına bişey gelmemiş o hızla diyorum’ içimden de
– Abi yanında pense çekiç filan gibi bişeyler var mı? diyor çaresiz.
– Vallahi birkaç alet var ama zinciri tamir edecek bişey yok.
Bu arada motorun yanına gidiyoruz. Zincir öyle bir kopmuşki, o hızla sol sinyali de almış götürmüş. Ve zincir korumalığıyla teker arasına sıkışmış. Onu oradan çıkartıyorum. Ve zincirin birkaç baklasının da uçmuş olduğunu anlıyoruz.
– Ne yapacam abi ben şimdi diyor.
– Valla motor Honda, Honda’nın yol yardımı var ama ben numarasını hatırlamıyorum. Bu arada sen nereden gelip nereye gidiyorsun?
– Abi ben İstanbul’dan Çorum’a gidiyorum.
– Ne? (diyorum ve onun için epeyce üzülüyorum doğrusu, İstanbul’dan Çorum’a yola çık, ne üstünde doğru düzgün koruman olsun, ne de motorunda herhangi bir soruna karşı, bir alet edevat, ve Honda’nın en kallavi racinglerinden birine binip de yol yardımından haberin olmasın. Valla insanlar web ortamında boşuna yırtınıyor gibi geliyor bazen bana. Biz de motor kültürünün oturmasına daha çook yol var)
– Ne yapacağım şimdi abi, senin hiç tanıdığın yok mu buralarda, diyor
– Vallahi yok ama, bak, Adapazarı’na çok yakınız, senin servisinin numarası yok mu.
– Var abi
– Hah ara onu, Adapazarı Honda servisinin numarasını al ve durumu anlat, buraya gelmeleri fazla sürmez, ama iyi anlat, bak bu zincir iflah olmaz belki de yeni zincir getirmeleri gerekir, hatta motoru servise götürmek de isteyebilirler. Sinyalin de gitmiş.
– O önemli değil, zaten sinyal kullanmıyorum abi.
– Ne diyorsun? Yav taa Çorum’a gidiyorsun, sinyal kullanmıyorumu var mı?
Cebinden bir kart çıkartıyor, ben motoruma gidip yağlanan ellerim için ıslak mendil alıyorum, sonra ıslak mendil paketini ona bırakıyorum.
-Ben gidiyorum, keşke daha fazla faydam dokunsaydı diyorum.
-Sağol abi Allah razı olsun diyor.
– Geçmiş olsun! deyip Karakarga’nın yanına dönüyorum.
Genç arkadaşı çaresiz haliyle bırakıyorum.

   Doğum günü yolculuğu sürprizlere gebe gibi diyorum içimden. Ve devam ediyorum.
Akyazı’ya varıyorum.

   Yolumun üstünde babamın mezarı var. Önce oraya uğruyorum. Çiçekler, böcekler, yeşillikler içinde yatmaya devam ediyor, bahar da gelmiş, mezarlıkta her tür çiçek açmış, nasıl bir yeşil, nasıl bir huzur. Oradan aynı güzellikler içindeki – annemin de İstanbul’a gelişinden sonra – artık çokça boş kalan evimize varıyorum.

    Artık biraz dinlenme vakti. Annemin sabah yanıma yolluk diye verdiği kekleri götürme vakti.
Sonra, 99 depreminden beri burada olan ve gelip epeydir almayı düşündüğüm uyku tulumlarını yüklüyorum.

Bahçenin yeşili içine gömülmüş Karakarga’yı da bugünün şerefine pozluyorum.

    Ardından yine yol bizi bekler. Çocukluğumun, gençliğimin ilk yıllarının geçtiği bu bahçeden biraz buruk da olsa ayrılıyorum. Bu buruklukta benim yaşlanıyor oluşumdan ziyade artık buraların eski tadının kalmaması yatıyor şüphesiz. Ne bahçede rakısını yudumlayan babam var, ne elma ağaçları, ne eski dostlar… Özellikle de 99 yılının o Ağustos gecesi çok şey alıp götürdü bu bahçeden. Her şeye rağmen arada bir kaçabileceğim böyle bir bahçenin olduğunu bilmek içimi rahatlatıyor.

   Akyazı’dan Kuzuluk yönüne doğru hareket ediyorum. İlk otomobil kullanma idmanlarımı yaptığım Kuzuluk yolunun bile bazı bölümleri fazlasıyla değişmiş. Motosikletle bu güzergaha ilk kez sürüyorum. Bakalım yol da daha ne gibi sürprizler var.


   Kuzuluk’tan Dokurcun tabelasını takip ediyorum. Işıklarda durduğumda yanıma gelen full korumasız, kösele ayakkabılı, motorcu hemşehrim beni baştan ayağa keserken bir yandan da az sonra drag yarışına katılacakmışcasına habire gaz verip duruyor motoruna. İçimden gülümsüyorum, aslında dışımdan da gülümsüyorum ama o kasktan bunu fark etmiyor. “Bas abicim bas, ben senle boy ölçüşemem, sen kazandın say!”, diyorum içimden. Yeşil yanınca abi beni kesmeye devam ederek gazlıyor.

   Hava iyiden iyiye ısınıyor, yolumda pek çok tabela var ve onları fotoğraf makinamla avlamaya devam ediyorum.

   Benim çocukluğumda bu yolların neredeyse tamamı stabilize yoldu. Bırakın motosikleti otomobille gelmek için bile sağlam sürüş deneyimi isterdi doğrusu.

   Bir süre sonra dağlara doğru tırmanışın ilk meyvelerini almaya başlıyorum makinamla. “Yükselmeye başlıyoruz Karakarga, uçuşa hazırlan!”

   Yolun Sülüklü Göl’e kadar olan bölümü gayet güzel, sonrasında asfalt kalitesi zaman zaman düşse de sürüşe elverişli. Aslında benim niyetim Karamurat ya da Karamat Gölü’ne gitmek idi, bu sebeple Sülüklü Gölü es geçtim, ama sonra da Karamurat’ı kaçırdım. Karamurat Gölü Mudurnu’ya yaklaşık 35 km mesafede Karamurat Kasabasından hemen öncedir. Ve yanlış bilmiyorsam Slüklü Göl’den çok daha büyüktür. Babam 80’li yıllarda henüz yerli turistin gölden haberi yokken bu gölü kiralamıştı (şaka değil, evet gölü kiralamıştı, hem de çok cüz’i bir fiyata), amacı su ürünleri işiydi ama pek çok zihni sinir procesinden biri olan bu proceye de başlayıp sonra devam ettirmemişti. Bu yollarda çok direksiyon sallamıştı, bu yüzden o buraları avucunun içi gibi bilirdi. Şimdi bunca yıl sonra onun izlerini sürüyor olmak da bana bu yolculukta daha bir heves verdi doğrusu.

   Taşkesti’ye kadar devam, sonra bir tabela daha avlıyorum. Taşkesti’den sonra yol giderek enduro dağ ve viraj okuluna dönüşüyor. Neyse ki artık bu yollar – çok iyi kalitede olmasa da – asfalt. Yoksa bu yollarda motosiklet sürmek hayal olurdu. Bu arada söylemeden ve buralara hiç uğramamış motorcu arkadaşlara uyarı yapmadan geçemeyeceğim: Yol oldukça virajlı ve rakım giderek yükseliyor, bir tarafı dağ diğer tarafı uçurum olan yolun maalesef tam da virajların S çizdiği yerlerde bariyerleri yok. Bu yüzden motosiklet deneyiminizi yeterli bulmuyorsanız bu yollar kabusa da dönüşebilir. Ve bir tespit daha, bu yolların motosikleti kesinlikle endurodur. Diğer motorlarla gelinmez mi, ben 125 cc motorumla geldiğime göre şüphesiz gelinir ama kişisel fikrim bu sert virajlar, viraj kenarlarından zaman zaman yola savrulmuş taş toprak, karşı şeritten gelen araçların virajı dönerken şeritlerini terk etmeleri (başıma geldi) gibi sebepler dolayısı ile sürcüsünün deneyimine de bağlı olarak özellikle racing ve cruiser makinalar bu yolda sorun yaşayabilirler. (Huh, ne cümleydi ama zor toparladım.) Bu kadar didaktizm yeter biraz da o yolların fotoları.

Aklıma gelen türkü Sivas için olsa da duruma koşut ve dilimde dönüyor yol boyunca.
“Açtı mola şu Sivas’ın gülü yaprağı / Çekti de bizi şu yerlerin suyu toprağı”


Virajların arasında bu çeşmeyi yaptıran zat büyük dua alıyordur herhalde. Buz gibi suyunu vuruyorum yüzüme, büyük şehrin bıraktığı tüm kötü izleri silebilir mi acaba? Peki ya yüzümde giderek belirmeye başlayan kırışıklıkları. Bildiğim bir şey var ki, beyindeki ve yürektekilerin bazılarına iyi geliyor.


Çeşmenin arkasından aşağıda bıraktığım yollar görünüyor. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik tekerlemesi böyle yollardan türemiş olabilir mi? Uzun ve zorlu yolculuk planları içinde olan sürücüler buralarda rahatlıkla idman yapabilirler. Ve evet bu güzergahı İstanbul’a da yakın oluşu dolayısıyla kendime viraj ve dere tepe düz gittik idman rotası ilan ediyorum, ediyoruum, eettiiim!. “Ne gülüyorsun Karakarga?” “Abi sen iyice gaza geldin doğum günün aşkına”


Yolda pek çok güzellik var aslında, daha fazla vakit lazım ki hepsine uğrayıp ayrı tatlar alınsın. Demek ki buralara tekrar gelinecek. Zaten okul da ilan ettik, dersleri aksatmamak lazım.

Bunca virajı dağı tepeyi devirdikten sonra motosiklet ve gezi sitelerinde çokça sözü edilen Sünnet Gölü tabelasına ulaşıyorum, sapaktan sonra 16 km varmış. Saate bakıyorum, öğleden sonra üçü gösteriyor, hadi diyorum battı balık yan gider, yürü Sünnet Gölünü görmeye.


Ama bir km kadar gittikten sonra yolda çalışma olduğunu görüyorum, ısrarla gitmeyi denesem de yol fazlasıyla bozuk ve Karakarga için tehlike arzediyor (Yiğitliğe pislik sürmeyecem ya, pisliği karakarga’nın üstüne attım hemen). Vazgeçip geri dönüyorum. Şu aralar Sünnet Gölü’nü düşünenlere duyurulur, arazi motorunuz yoksa yol çalışması bitene kadar bu yola girmeyin derim.

Bundan sonra artık nihai hedef Mudurnu. Yol oldukça düzleşiyor, ve çok da güzel vadilerin arasından geçiyor, insan kendisini İstanbul’dan sonra başka bir ülkede gibi hissediyor. Bir an kendimi bir Clint Eastwood filminde at sürer gibi hissediyorum. Yolun iki yanında dağlar, sağımdan solumdan zaman zaman Mudurnu Çayı görünüp kayboluyor. Bi tek Apaçiler eksik. Burada motosiklet sürmek büyük keyif.
Ama ben o keyiften yolun bu bölümünde durup da fotoğraf almayı akıl etmemişim tabii, üzgünüm.


Mudurnu’ya, varıyorum. Mudurnu hala inanılmaz bir bozulmamışlığı barındırıyor bağrında, umarım bu halini çok uzun zaman daha koruyabilir. İlk işim bir çay molası oluyor.
Bu çay bahçesinde çayın bardağı 50 kuruş. Mekanın güzelliği ise bedava.

Çay ve biraz dinlenmeden sonra fotoğraflamak için dalıyorum sokaklara.


Fotoğraf çekerken bir zabıta memuruna rastlıyorum. “Şehri tepeden fotoğraflayabileceğim bir yer var mı?” diye soruyorum. “Tabii, saat kulesi var” diye arkamda kalan Mudurnu’nun belgesellere konu olmuş tarihi saat Kulesini işaret ediyor. Teşekkür edip motorumla o tarafa gidiyorum. Giderken yine yol üstündeki tarihi evleri fotoğraflıyorum. Aslında bu evler bana çok uzak değil, çocukluğumda Akyazı’da buna benzer pek çok ev vardı, ama zamanla azaldılar. Neyse ki Mudurnu’da hala korunuyorlar.

Geçen yıl Akyazı’daki amcamla deprem sonrası yaptırdığı evinin verandasında kahvaltı ederken “Buralar, içinde yaşamayanlara çok güzel geliyor, İstanbul’dan gelenler, oh ne güzel cennet gibi yerde yaşıyorsunuz diyorlar, bir de gel sen 50 – 60 yılını burada geçirmiş adama sor, o da burada sıkışmış kalmış, o da bu ortamdan sıkılıyor.” demişti. Oturduğum parktaki, sokaklardaki insanların bazılarında bu gözle bakınca bunu görmek mümkün. Bu tespit buraların güzelliğinden bir şey götürmüyor şüphesiz ama belki de bu gibi yerlerdeki insanlarımıza biraz daha sosyal faaliyet yapabilecekleri imkanları sunmak lazım, benim de Akyazı’da yaşarken en çok yakındığım şey bu sosyal kültürel faaliyet eksikliği idi doğrusu.
Zamanında Hasan Ali Yücel’le başlayan Köy Enstitüleri projesi geliyor aklıma. Yazık olmuş.


Yolda rastladığım bisikletli bir ufaklığa Saat Kulesine çıktığını düşündüğüm daracık parke yolu gösterip soruyorum,
– Bu yol saat kulesine mi çıkıyor?
– Evet
– Peki o yoldan motorla çıkılır mı, yani çıkmak yasak filan değil di mi?
– Valla arabayla bile çıkıyolar, motorla da çıkılır, bilmemki, diyor.
– Tamam sağol, diyorum. Ve yola yöneliyorum, yolu görünce buradan ancak minik bir arabanın çıkabileceğini anlıyorum, çünkü bu bir taşıt yolu değil aslında.

Ve yukarı çıktığımda Mudurnu’ya gelince teğet geçilmeyecek asıl mekanın burası olduğunu anlıyorum. Burası tüm şehre hakim. Ve neyseki bunu anlayıp ortamı manzara izlemeye uygun hale getirmişler. Hemen başlıyorum şehri ve saat kulesini tepeden fotoğraflamaya.

Kendimi de o harikaların içine almayı unutmuyorum tabii.

Şüphesiz Karakarga’yı da, şehri seyrederken ışıkla çiziyorum.

Bir ara arkamda yükselen tepeye bakıyorum ve şu yukarıdaki kulübe gözüme ilişiyor.


Biraz daha yakından onun bir zamanlar şehri koruyan bir top olduğunu anlıyorum.

Hımm, şuna bir yakından bakalım diyerek tırmanışa geçiyorum.
.


Topun namlusundan Mudurnu böyle görünüyor. Aklıma Orhan Şaik Gökyay’ın o meşhur şiiri geliyor, “Bu Vatan Kimin”. Tam da ilkokul yıllarımı anımsatan bir şiir, doğum günümde topun namlusundan hatıralar dökülüyorlar.

Tepede baharı karşılayan kır çeçekleri bayram yapıyor. Benimse gözlerim.

Bu tepede epeyce vakit geçiriyorum. Sevgili dostum Karakarga’ya da doğum günümde beni böyle güzelliklerle buluşturduğu için teşekkür ederken birlikte bir hatıra pozu daha veriyoruz yüzümüzü tepeye vererek.

Yavaş yavaş dönüşe geçiyoruz. Tepeye çıkarken yanından geçtiğim sanki asırlardır burada bu işi yapıyormuş gibi duran tamirhaneyi de fotoğraflamayı unutmuyorum. Önünde eski dostlar var. Ve bakın duvarının sol üstünde hangi motorun fotoğrafı var. Karakarga bana göz kırpıyor. Bense deposuna tıklatıp usulen “Maşallah”ı patlatıyorum.

Mudurnu çıkışında girerken yanından transit geçtiğim Mudurnu ile özdeşleşen sektörün sembolünü de kaydediyorum.

Ve artık hedef Abant.
Hemen tabelamızı av çantamıza atıyoruz.

Bu tip yollarda sürmek müthiş keyif veriyor bana ve iyiden iyiye anlıyorum ki benim içimde gizli bir endurocu ruhu yatıyor. Oysa ben bu sevdaya cruiser – chopper aşkına düşmüştüm. Ama görünen o ki bir süre daha defterimde dağ ve köy yolları var. Gitmesek de görmesek de bizim olduğunu sandığımız köy yolları. Belki de bu şarkıları söyleye söyleye fazlasıyla ihmal ettiğimiz ve her gittiğimizde kendimizi bulduğumuz, bizi hep bağrına basan köy yolları.

Köy yolları Abant’a doğru ilerledikçe dağ yollarıyla kavuşuyor. Sık sık durup fotoğraflamak ihtiyacı hissettiriyor. Bu arada yukarıda havalar nasıl sorusunun burada Mayıs ayının sekizindeki cevabı: “Soğuk”. Mudurnu öncesinde yaptığım virajlı yollarla ilgili yorumlara burası için de aynını yapmama gerek yok fotoğraflar yeterince anlatıyor zaten.

Ve aşağıda bıraktığım yılankavi dere tepe düz gittik yolları.

Bu dağ başlarında insanın karşısına çıkan en güzel şeylerden biri de hayratlar. En inanmayan adama bile, yapana hayır duası okutturacak yerlere yapılmışlar adeta. Mola vermeden geçilmeyecek yerlere. Suyundan tatmadan geçmek olmaz.

Bütün bu virajların dağların tepelerin sonunda öyle bir keskin viraj sonrasında çıkıyor ki karşınıza Abant Gölü, manzarası karşısında şaşkınlıkla ağzınızı açık bıraktırıyor adeta. Benim ilk tepkim çokça kullanmasam da bir “Ohaa” sözü oluyor. Öyle acaip bir şaşırma yani. (Neden güzellikler karşısında tam aksi tepkiler vermeye başladıysak artık)
Ve aman diyim daha önce buralara gelmemişseniz keskin bir virajdan sonra bu manzara çıktığında, manzaraya kapılıp da uçurumdan aşağı göle doğru uçuşa geçmeyin. Hemen motoru durduruyorum ve arkamdan hızla bir araç gelip beni aşağıya doğru süpürmesin diye de biraz tırsıyorum tabii.

Aşağıya doğru iniyorum, burada soğuk sanki daha da artmış gibime geliyor. Farkına varıyorum ki onca soğuğun sebebi karşıki dağların üstünde hala duran karlarmış.

Göl ve çevresi harikalar diyarı. Bir dahaki sefere buralara tek tek sadece orayı görmeye geleceğime kendime söz veriyorum. Böyle uzaktan ancak ağzım açık fotoğraflıyorum, dönüş yolunu da düşünerek.


Bu güzellikler arasında sürüşün bitmesine az kala akşamı ve soğuğu da dikkate alarak tabiat parkının çıkışında mola verip tam techizatlı hale geçiyorum.

Bundan sonrası artık geri dönüş debelenmesine dönüşecek gibi diyorum içimden, ama kendimi kasmadan çıkıyorum ormandan tek dişi kalmış medeniyete ve benzinim hala epeyce götürecek olmasına rağmen bir molayla depoyu dolduruyorum. Kendimi de ihmal etmiyorum tabii.

Bu tip yolculukların bir 125cc için en sıkıcı tarafı şüphe yok ki otoban sürüşleridir. Ama bunu da mola sayımı artırarak gidermeye çalışıyorum.

Uzun ince yol boyunca kafamda geride bıraktıklarım, gündüzden geceye doğru gidiyorum, arkamda kalan eski günler, hayatımın en güzel dönemi çocukluğum, atalarım, babam, geçmiş acı tatlı günler…

Aslında hayatta yaşanan her gün sadece bir kez yaşanır, ben 1971 yılı 8 Mayıs’ında doğmuşum ve o gün sadece bir kere yaşandı. Sonrasındaki tüm 8 Mayıs’lar farklı günlerdi. Ve insanoğlu hayata biraz olsun anlam katabilme çabasıyla her yıl aynı olduğunu sandığı ama bambaşka günlerde sembolik kutlamalar, anmalar yapıyor. Bunun şüphesiz bir zararı yok, bilakis faydası var, yoksa bunca anlamsız bir hayatın hiçbir değeri kalmayacak. Buna rağmen şu dünyaya geldiğime ve tamda bu adam olduğuma hiç pişman değilim. Yaşadığımıza bizi pişman etmeye çalışan onca faktöre rağmen ve onlara inat…


Son molamı sabah selamladığım Mehmetçiğe tekmil verirmişçesine yine Mehmetçik vakfı Tesislerinde veriyorum, yorgunum, ama bugüne kadarki en ilginç doğum günümü geçirmiş olmanın hazzı var yüzümde. Kafamda yine ve ısrarla gidilecek nice yolların planları…

Çağrı “Cloud” Öztürk

Hediyem Yol Olsun! – 8 Mayıs 2009
İstanbul- Akyazı – Mudurnu – Abant – İstanbul (559 km)

 
Devam Edecek… 

Sonraki Yazı: Olmaması Gerekenleri Oldurmamak
Önceki Yazı: Ormanda Yol İkiye Ayrılıyordu